Skip to content Skip to footer

“Mimarlıkta Kesişmeler”

IABA 2011 Antalya Mimarlık Bienali’nin açılış oturumu 26 Ekim 2011 Çarşamba günü saat 14:00’te AKM Perge Salonu’nda “Mimarlıkla Kesişmeler” başlığı altında gerçekleştirildi.
Oturumun moderatörlüğünü Beşiktaş Belediye Başkanı Sayın İsmail Ünal yaptı.

 

Oturumda:

Prof. Dr. Rahmi Aksungur “Plastik Sanatlar ve Mimarlık”,

Prof. Dr. Reha Günay “Fotoğraf ve Mimarlık”,

Y. Mimar Gazeteci-Yazar Oktay Ekinci “Medya ve Mimarlık”,

Heykeltıraş Mehmet Aksoy “Heykel ve Mimarlık”,

Avukat Turgut Kazan “Hukuk ve Mimarlık”,

Yönetmen-Yazar Hasan Özgen ise “Sinema ve Mimarlık” konularında görüşlerini açıkladılar.

 

Açılış oturumunda çarpıcı görüş ve düşüncelerden bir demeti sizlerle paylaşıyoruz:

 

İsmail Ünal – Beşiktaş Belediye Başkanı, Mimar
Ülkemiz önemli günlerden geçiyor sevgili dostlar: Terör ve deprem. Terör konusunda hepimizin düşüncesini biliyoruz, içimiz acıyor. Ama o konuda oldukça üzüntülüyüz. Ülke olarak onun üstesinden gelmesini bilmeliyiz.
Deprem konusu da çok önemli. Hele hele burada böyle bir etkinlikte, burada uğraş verenleri de yürekten kutluyorum bu Bienal için. Ama tam da zamanlaması, deprem açısından önemli olduğunu dile getirmekte yarar görüyorum.

 

 

Prof. Dr. Rahmi Aksungur – Heykeltıraş
Bu Bienal Türkiye’de ilk defa yapılıyor. Türkiye’mizde birçok eksik var. Büyük bir ülke, zengin bir kültür; ama bence çok temel bir eksiğimizi tamamlamak zorundayız. Bunu da zannediyorum, bu Bienal belki de vesile olacak. Ben bunu öncelikle hemen dile getirmek istiyorum.

Örneğin, bir mimarlık müzemiz yok. Köklü bir mimari geçmişimiz var bizim, her tarafta görüyoruz bunu. Çok kültürlü üstelik. Ama bir mimarlık müzesi şehirlerden birinde, öncelikle açılmalı bu ülkede. Belki İstanbul’da, belki İstanbul dışında… Hiç önemi yok ama böyle bir eksiğimiz tamamlanmalı diye düşünüyorum.

1960’a kadar mimarlıkta bir kopuş başlamadı. Bunu tamamen benim bir sanatçı olarak bakış açımdan değerlendirmek istiyorum, katılmayabilirsiniz. Bu kopuş belki de diğer disiplinlerin — yani mühendislik gibi, mekanik gibi birçok başka disiplinin — mimarlığa olan etkisinden kaynaklandı belki de.
Bunu tabii mimar arkadaşlarım daha iyi değerlendirir.
Sanattan koptu. Ben şuradan biliyorum: Eskiden, yakın zamanlara kadar mimarlar yetenek sınavıyla alınırdı. Artık öyle bir şey yok; puanla alınır oldu. Ama hâlâ dünyada yetenek sınavıyla alan okullar var.

Peki, sanattan kopunca ne oldu? Bu yalnız burada olmadı, genel Avrupa’da da oldu. Aslında bu, sanayi devriminin sonuçlarıydı. Teknoloji çok ilerlemişti. Her alandaki mühendislik çok yükselmişti ve yapılarda mühendislik gerekiyordu. Baskın dal olmaya başladı. Bu, eğitimde bir sorun olmaya başladı.

Bakın, mimarlık fakülteleri var. Mühendislik-mimarlık fakülteleri var. Mühendislik fakülteleri var ve içinde mimarlık bölümleri var.
O zaman burada bir sorun var. Daha eğitimde bile bunun tam adı konmamış.

Bence burada mimarlığın kimliğine biraz müdahale var; sanki mimarlığı biraz özgür bırakmak zorundayız. Özgürlüğü iade edilmek zorunda mimarlığa. Özgürlüğüne el konulmuş gibi geliyor. 

Diğer disiplinler çeşitli vesilelerle baskınlık kurmuş.

 

 

Prof. Dr. Reha Günay – Y. Mimar, Fotoğraf Sanatçısı
Fotoğrafın bir sanat olduğu gerçek. Diğer yandan fotoğraf çok önemli bir belge. 17. yüzyılda bir gün İstanbul’da fotoğraf çekebilmek için herhalde çok şey verirdim. Fotoğraf aynı zamanda bir mesaj aracı.
Fotoğrafı ben daha çok tanıtım ve mesaj olarak kullanmaya çalıştım. Bu yolla topluma bir şeyler söylemek istiyorum. Onları özellikle kültür mirasımızı tanımaya ve korumaya davet ediyorum, yoksa sanat fotoğrafına hiçbir itirazım yok. Ben de konu önüme çıkarsa bir şeyler denemeyi severim. Manzara fotoğrafçılarının da doğayı korumak için çalıştığını düşünürüm.
Kesiştiğiniz yeni uğraş mutlaka size bir şeyler katacaktır. Hele mimarlık ve fotoğraf temelde benzerlikler taşır. İkisi de sanat ve tekniğe dayanır. O bakımdan birbirine yabancı değildir, yine de teknikler ve ifade farkıdır. Ne kadar çok yapı resmi çekerseniz, mimarlık bilginiz, yapıları anlamanız, mimarlık kritiğiniz artar. Dolayısıyla, fotoğraf ve mimarlık birbirini destekler. Yine de mimarlar sizi fotoğrafçı, fotoğrafçılar sizi mimar olarak görmek isteyebilirler.

 

 

Oktay Ekinci – Gazeteci-Yazar
Neden sevmem “medya” sözcüğünü? Çünkü “gazeteci” sözcüğünü unutturdu. Basın, yayın ve gazetecilik diye bir kavram var, bir meslek var, bir uğraşı var, üstelik tarihsel bir uğraşı, tarihten bu yana. Bunun okulları açıldı, eğitimde buluşuluyor, daha da gelişmesi lazım falan.
Fakat son 15 yıldır diyelim, en fazla 20, o kadar değil belki, “medya” daha bir kabul görür oldu. Peki, medya yüksekokulu var mı? Medya üniversitesi var mı? Basın yayın yüksekokulları “a, biz adımızı artık medya yapalım” diyorlar mı? İletişim fakültesinin hocalarına sorun, “neden adınız medya fakültesi değil” diye; sizi kovalarlar. Ama gelin görün ki böyle bir konu, üzerinde konuşmaya değer hale geldi; öyle söyleyeyim kibarca.

Neden öyle? Çünkü aslında medya bir sektör, ama basın, yayın ve gazetecilik ise bir kamu hizmeti.
Şimdi biz, kamu hizmetinin ticari amaçlı yapılmayacağı anlayışını taşıyan bir kuşağız. Biz öyle yetiştik. Bu yaştan sonra da ben “a, kamu hizmeti para karşılığında da yapılırmış, yüksek paralar kazanmak için yapılırmış” falan diyecek hâlim yok. Kamu hizmeti; yani toplum için yapılan hizmet, bir çıkar beklemeden yapılan hizmettir. Elbette ki onun karşılığında emeğinizi harcıyorsunuz, geçineceğiniz kadar bir para alırsınız vesaire, ama kamu hizmeti toplum içindir. Bunun tersini de ne söyleyen var ne düşünen var.

Bizim mimarlık açısından baktığımızda ben diyorum ki:
Mimarlıkta, ya da şöyle söyleyelim, mimarlıkla medya kesişmiyor – şükürler olsun ki – rahmetli Çelikçi’nin de anımsattığı ifadeyle, çarpışıyor. Günümüzde Türkiye’de, hatta birçok ülkede mimarlıkla medya çarpışıyor. Çünkü sevgili Rahmi Aksungur hocam çok güzel bir şey söyledi; kütle ve mekândan bahsetti. Kütle ve mekân arasındaki uyumu kısa konuşmasında olağanüstü rafine edilmiş şekilde sundu.
Bunu medya istemiyor. O sektör bunu istemiyor. O sektör uyumsuzluğu istiyor. O sektör büyüklüğü istiyor. Oranı istemiyor. Çünkü oran para kazanmayı engelliyor – plan gibi. Neden planı istemedilerse, aynı nedenle oranı, uyumlu mimarlığı da istemiyorlar.

O nedenle bütün medya mensupları kusura bakmasın, ama gazeteciler beni iyi dinlesin:
Mimarlıkla medya çarpışıyor.

 

 

Mehmet Aksoy – Heykeltıraş
Şimdi, “kesişme” derken aslında plastik sanatlar–mimari kesişmesi çok önemli diye düşünüyorum, ama bir türlü kesişemiyoruz. Bu çok önemli bir sorun.
Daha çok biz mimarlarla kesişelim derken, flörtleşelim derken, mimari mekânlarla plastik mekânlar birbirine karışsın derken, biz daha çok iktidarlarla kesişiyoruz ve onların gardına uğruyoruz. Daha doğrusu hiç kesişemiyoruz.

Ama heykelin temel problemi şudur:
Kütledir, mekândır ve ışıktır.
Kütle–mekân–ışık ilişkisini koyamazsak hiçbir şey yapamayız. Mimariyle de çakıştığımız yer burasıdır. Aslında mimarlığın da temelinde bu vardır. Yani bir kütle, bir mekân var; bu kütle bir mekânı kavrıyor ve kütleleri öyle bir yerleştiriyorsunuz ki bir mimari mekân duygusu yaratılıyor. O mimari mekân genelde olmuyor. Türkiye’de özellikle boşluklar oluyor. Mimari boşluklar…
Şehirde bir sürü boşluk var. Hiçbir zaman mimari mekân duygusuna kapılamıyorsunuz. Tam tersine sizi stres altına alıyor. Şehirde hani bir stres duygusu vardır ya, “şehir psikopatları çoğaldı” falan denilir, insanların tolerans sınırları daralmıştır. Trafikte bunu görürüz, bilmem ne de görürüz, falan…
Bu günlük hayatımızdaki mekânsal durumların bizi etkilemesinden olur. Eğer şehir hayatı – şehir – düzgün değilse, insan psikolojisi de düşünülmemişse, rant kaygısı ön plandaysa, içerik rant olmuşsa; tersine mekân yaratma, mimari mekân yaratma, insanı rahatlatma, huzur, “evime geldim” bir huzur gibi. Bu “evime geldim” duygusu çok önemli bir şeydir.
Burada bize ne zaman iş düşüyor biliyor musunuz? Bir mekân yapılıyor, ediliyor… En sonunda diyorlar ki:
“Şuraya bir heykel de yapalım yahu.”
Böyle bir sığıntı gibi, en sonunda bir yer açacaksın kendine, bir şey yapacaksın.
Aslında bunun, ta en başından – daha kurgu aşamasında, bir şehir yapılırken bile – meydanları, parkları düşünülmeli ve bu sanatçılarla birlikte düşünülmeli. Yani disiplinler arası çalışılmalı.
Bugün her mimari büroda artık bir heykeltıraşın olması gerekir bence. Form duygusu yüksektir heykeltıraşların. İçerikle birlikte fonksiyonu çok önemsemediklerinden, ister istemez forma daha çok yüklenebiliriz. O konuda mimarlardan daha özgürüzdür.
Bu aslında bizim bir artımız, mimarların da eksisi. Neden? Çünkü onlar fonksiyona bağlıdır.
Mutfak olacak, 50 metrekareye ya da 80 metrekareye iki oda sığdıracak, salonu olacak, bilmem nesi olacak… Ya da 30 katlı binaysa bundan iki kat daha fazla çıkarmak için 70 olabilir yükseklik falan diye düşünceler var.
Aslında orada mimari estetik düşünceler yok.
Tamamıyla rant içerikli olduğu zaman işler bitiyor. İşler aslında kötü mimarlık oluyor ve bu mimariye uygun alanlarda gerçekten kötü mimarlar ortaya çıkıyor, ister istemez…

Bugün bizim çok tartışılan ve en sonunda “ucubeleştirilen” Kars’taki heykel tam mekânını bulmuştu. Şehirle bir ilişkiye girmişti ve şehre bir anlam katmıştı. Kaleyle bir ilişkiye girmişti, dağlarla bir ilişkiye girmişti; boyutları da ondan dolayı yüksekti.
Bir mekân–boyut ilişkisi var.
Bir belediye başkanı geliyor, diyor ki:
“Ben çok büyük bir heykel istiyorum, çok şanlı olsun, anlamlı olsun.”
“Kaç metre? 10 metre mi?” diyoruz,
“Yok, çık biraz.”
“20 metre, 30 metre?”
“Yok, 100 metre bir heykel yapacağım” diyor.
O anlı şanlı olacak, çok önemli bir şey olacak.
Büyüdükçe güzelleşiyor, iyileşiyor gibi düşünüyor.

Ben de diyorum ki:
“Üstadım, yeri biliyor musun, nereye yapacağız?”
Onu da bilmiyor.
Sadece “100 metre”yi biliyor. İlk önce büyük olacak. O çok önemli.

Oysa mekân belirler boyutu. Mekândır asıl olan.
İçerik de aslında öyle bir şeydir.
O mekân nelere şahit olmuş? Ne geçmiş? Bir tarihi var mı? Oradaki binalar, ağaçlar, taşlar neye şahit olmuş, neler yaşamış?
Bir yaşanmışlık vardır.
O mekânın içeriği budur.
Senin heykelinin içeriğiyle bunun bütünleşmesi gerekir — hem boyut olarak, hem form olarak, hem de içerik olarak.
Bu böyle nazik, ince bir düşünüştür.
Tabii ki böyle ince düşünülmüyor…

 

 

Turgut Kazan – Avukat
Hukuk ve mimarlık… İtiraf edeyim ki, bu alandaki en zor kesişmedir ve ne yazık ki çok kötü bir kesişmedir. Üstelik yalnızca kötü bir kesişme demek yetmez; giderek daha da kötüleşecektir.

Günümüzden… Oktay Ekinci “bugünkü Milliyet” dedi, ben de bugünkü Hürriyet’ten bir alıntıyla, Yalçın Doğan’dan bir parçayı okuyarak başlayayım.
Hem de Van Mimarlar Odası Başkanı söylüyor.
Diyor ki:
“Mimarların imzası olmayan yapılara ruhsat verildiği falan saptanmıştı. Bu nedenle soruşturma açılmasını istemiştik. Soruşturma açıldı en sonunda, açmak zorunda kaldılar, ama hiçbir yere ulaşmadı.”
Birinci vurgusu bu.

İkinci vurgusu:
“Bizim sadece bu davalarla uğraşan bir avukatımız var. Sadece bu davalarla uğraşıyor ve üstelik davaları kazanıyoruz. Ne yazık ki kazandığımız davalardan bir sonuç çıkmıyor.”

Bu, bugünkü yaşadığımız deprem olayında hukukla mimarinin nasıl kesiştiğini bir Mimarlar Odası Başkanı tarafından teşhiridir, tespitidir.

Bu açıklama zaten yeteri kadar nasıl bir kesişme yaşadığımızı gösteriyor.
Ne oluyor Türkiye’de bu kesişmede?
Nasıl oluyor?

Olması gerekenler olamıyor; yani mimarlıkla hukuk kesişmesinde olması gerekenler gerçekleşemiyor.
Olmaması gerekenler ise pekâlâ oluyor.

Bu örnekler çok; sayısız şekilde artırılabilir.
Korunması gereken heykel “ucube” sayılıp yıkılıyor ve sonuçta yargı kararıyla yıkılıyor.
Ayrıntısını bilmiyorum, bu çok bilinen bir şey.
Ama yıkılması gereken ucubeler ise inatla korunuyor…

 

 

Hasan Özgen – Yönetmen, Yazar
Bugün dönüp baktığımda bu buluşmadan çıkardığım sonucu ikiye ayırmak istiyorum; anlaşılır olabilmek açısından. Bir tanesi mimarın tasarım yeteneği, diğeri de mimarinin uygulamayla bütünleşik yanı.

Mimarlık da sinemacılar gibi — bana göre — ağırlıklı olarak bir tasarım sanatıdır ya da bir tasarım eylemidir, düşünsel bir eylemdir.
Bir insanın ihtiyacını karşılamak üzere oturursunuz — bir işyeridir, bir evdir, bir apartmandır, neyse — bir şeyi tasarlarsınız ve bütün yeteneğinizi, bilginizi, birikiminizi de ona aktarmak zorundasınızdır. Bunun içerisinde fonksiyonel olmak vardır, sanatsal olanı yakalamak vardır, ekonomisiyle olan dengeyi kurmak vardır… Pek çok unsur bir araya gelir ve sonunda bir çalışma yaparsınız.

İşin bu yanıyla bence devrimci bir yanı var mimarlığın.
Tasarım yeteneği, mimarlığın devrimci yeteneğidir.
Bu sinemaya da benziyor.
Sinemada eğer doğru şeyler anlatmaya kararlıysanız, sinemanın size sunduğu hayal kurma ve hayali gerçekleştirme şansı, ilerici bir şanstır.

Bizim biraz farkımız var:
Siz (mimarlar), somuta çok yakın şeyleri düşünmek zorundasınız.
Biz ise, mekân ve zaman ilişkisini yeniden inşa etmek zorundayız.
Yani sinemanın ele aldığı zaman ve mekân anlayışı, sizin mimaride kullandığınız zaman ve mekân anlayışından biraz farklıdır.
Kendine ait disiplinleri olan iki ayrı alan.
Belki bu nedenle bu tasarımı zorlamanın ya da tasarım etrafında dolanmanın getirdiği bir yakınlıkla bunca yıl mimarlarla hep yakın olduğumu hissettim ben kendim… Benim bu belgeselci hayatımda Tatvan’da — yanılmıyorsam — bir ustadan aldığım bir ders var, izninizle onu paylaşayım. Mimarlık neden bir ahlaktır?
Çok ciddi bir ahlaktır. Çünkü neden ahlak olduğunu ben ondan öğrendim.

Kapadokya’dan doğuya doğru gittiğinizde, özellikle taş yapılar üzerinde genellikle böyle dairesel rozetler görürsünüz.
Palmetler vardır, merkezden kenara doğru açılan çeşitli figürler vardır. Ama bunlar bir dairenin içindedir.
“Ne olduğunu” sordum ustaya.
Bir ustayla beraber Tatvan’ı geziyoruz.

Dedi ki:
“O çarkıfelek.”

“Ne demek çarkıfelek, usta? Nazar mı, nazarlık mı?” dedim. İlk aklıma gelen oydu.
“Yok,” dedi, “nazarlık değildir.”
“Nedir?” dedim.
Dedi ki:

“Bak, o şu demektir:
Babam gitti, geldi;
Ben geldim, ben gideceğim;
Oğlum gelecek, oğlum gidecek;
Torunum gelecek;
İlkbahar gidiyor, yaz geliyor;
Yaz gidiyor, sonbahar geliyor…
Yani, dünyanın devranı.”

Müthiş bir hayat dersi.
Onu oraya çakmakla ne yapmak istiyor acaba usta ya da ev sahibi?
“Ey kulum, ey vatandaş, ey Ahmet Efendi; bu eve bakarak buradan iktidar üretme. Sen de gelip geçicisin.”

Benim çıkardığım ahlak bu oldu:
Bu evin tadını adam gibi çıkar.
Kimle kesişeceksen kesiş.
Burada güzel yaşa.